Türk milletinin tarihinde de acılarla yoğrulmuş kahramanlıkları her dönem görmekteyiz. 20. yüzyılda yaşanan acılar, yoksulluklar, kutsal vatan topraklarının kaybedilmemesi için verilen destansı mücadeleler Türk tarihinin hiç unutulmaması gereken sayfalarıdır.
Çanakkale Savaşı, milletimizin varlığı ve cümle kutsalları için ödediği en büyük bedellerden biridir. Onun içindir ki, ödenen diğer bedeller içinde ayrı bir yeri vardır. Çanakkale’yi ayrıcalıklı yapan, Birinci Dünya Savaşı’nda açılan önemli bir cephe olması değildir. Çanakkale’yi ayrıcalıklı yapan, yaşlısı genci, iki yüz bin insanımızın Çanakkale’yi geçilmez kılmak için toprağa düşmesidir. Subayından erine, tahsillisinden cahiline nice civanların bu vatan için, bayrak için, millet için can vermesidir. Çanakkale Savaşları’nın tarihi gelişimi ve kronolojisinden önce Çanakkale ruhunu iyi anlamak gerektiği kanaatindeyim. Zira; koca bir alayın tek neferi kalmaksızın şehit olmasını, metre kareye altı bin mermi düşen bir savaşta arkadaşının ardından 1 saniye sonra toprağa düşeceğini bile bile, Mehmedin gözünü kırpmadan süngüye kalkmasını, dede baba torun olacak yaşta üç neslin yan yana durup savaşmasını, daha bıyıkları terlememiş taze fidanların, mekteplerini yarıda bırakarak güle oynaya cepheye koşmalarını nasıl anlayabilirsiniz? Kocalarını yemende, oğullarını Çanakkale’de babalarını bilmem hangi cephede kaybeden kadınlarımızın hiçbir yılgınlık ve isyan göstermeden;“geride kalan tek evladım dahi olsa onu da vatan için kurban adarım” şeklindeki iman ve vatan sevisiyle dolu sözlerini neye yoracaksınız? Cephede gerekli sıhhî malzeme olmaması sebebiyle ağır yaralılarla fazla ilgilenilemiyor, morfin azlığı yüzünden ağır yaralılar Allah’a emanet edilip bir kenarda ölüme terk ediliyordu. Yine böyle yoğun çarpışmanın olduğu bir günde önüne ağır yaralı olarak getirilen bir askerin, kendi oğlu olduğunu görmesine rağmen “Onu bir ağaç gölgesine bırakın, onunla sonra ilgileneceğim” diyen doktorun, kendi ğluna bile zaman ayıramamasını nasıl izah edebilirsiniz?
Çanakkale’yi geçilmez kılan ruhu iyi anlamalıyız. Akif’in, İstiklâl Marşı’nın yazılışı ile ilgili söylediği gibi, Allah bize bir daha o günleri göstermesin. Ancak, Allah bize o günleri de hiç unutturmasın. Çanakkale’de verilen iki yüz elli bini aşkın şehidin arasında, öğretmenler, doktorlar, yüksek rütbeli askerler, idareciler kısacası ülkenin beyin takımı, aydınları, münevverleri de vardı. Balıkesir Lisesi gibi, Kayseri Lisesi gibi daha bir çok okul o yıllarda hiç mezun verememişti. Çünkü bütün öğrenciler vatan için cepheye koşmuşlar ve bir daha geri dönmemişlerdi. Bir ülkenin gelişip kalkınması için yetişmiş, aydın insana, öğretmenine, doktoruna, mühendisine ihtiyacı vardır. 20 yüzyılda Trablusgarp Savaşı, Balkan Savaşları, 1. Dünya Savaşı ve Kurtuluş Savaşı derken milletimiz bütün münevverlerini savaşlarda eritmiştir. Türkiye Cumhuriyeti kurulduğunda ne milleti aydınlatacak yeterli sayıda öğretmen, ne orduda ihtiyacı karşılayacak subay, ne milleti hastalıktan koruyacak hekim, ne tarlaları ekip biçecek erkek vardı. Yokluk ve yoksullukla kurulan bu cumhuriyet, o gün ülkenin ihtiyacını karşılayacak yetişmiş insan bulamamıştı. Ve bu yüzdendir ki, ülkemizin geri kalmışlık ve cehâletle olan mücadelesi hâlâ sürmektedir. Peki söyler misiniz, dünyada başka hangi millet vardır ki, yetişmiş insanlarını da savaş meydanlarında bırakarak, yeniden insan yetiştirerek aydınlanmaya, onların omuzlarında yükselmeye çalışmıştır?
İnsan, kendi elinde büyüttüğü bir koyunu, kediyi, köpeği kaybettiğinde nasıl üzülüyor, yüreği parçalanıyor değil mi? Peki, evladını daha doğrusu evlatlarını savaşlarda şehit veren anaların babaların acısını tahmin edebiliyor musunuz? Düğüne gider gibi evden çıkıp giden ve bir daha da geri dönmeyen yiğitlerin geride bıraktıkları kadınlarının, çocuklarının acısını tahmin edebiliyor musunuz? Bir kadın erini savaşa gönderirken ona verdiği sözü ömrünün sonuna kadar tutmuş, kendisini biri görür, erkeğine verdiği söze alel gelir diye kapının önüne bile çıkmamıştır. Çanakkale Savaşı biteli 40 yıl olmasına rağmen sofraya boş tabak koymuş ve torunlarına dedelerinin belki çıkıp gelebileceğini yıllardır söyleyip durmuş, son nefesinde bile onun tabağının sofrada olup olmadığını sormuştur. Bir Bektaşi dedesi, Çanakkale’ye yolladığı gencecik fidanının şehâdet haberini alınca, Bir Türk’e yakışan vâkur, sabır ve olgunlukla şu nefesleri söylemiştir:
NEFES
“Gazilik haberin beklerken yavrum
Şehitlik haberin geldi eyvallah
Mektubun yolunu gözlerken yavrum
Geldi, yüreğimi deldi, eyvallah.
On dokuz yaşında bir taze fidan
Bu nasıl savaştır dönmüyor giden
Her sabah, her sabah selamın eden
Gonca gül bağrımı çeldi, eyvallah.
Göz yaşım sel gibi içime aktı
“Vah yavrum!” oldu da dışarı çıktı
Anan inanmadı, yoluna baktı
Rüyada haberin aldı, eyvallah
Ben bir koç yiğidi cenklere saldım
Nice hülyalara düşlere daldım
Sen Çanakkale’de ben burada kaldım
Bu acı yüreğimi yardı, eyvallah
Bir başka diyarda, bir başka yerde
Çok çok uzaklarda, bilmem ki nerde
Göçen turnalara bulutlar perde
Mevlâm bu acıyı verdi, eyvallah
Bu ayrılık yetti canıma doydum
Al bayrak önüne resmini koydum
Onca yaşadığın günleri saydım,
Beni ateşlere sardı, eyvallah
Yıkılsın da Gelibolu yıkılsın
Düşmanın canına odlar tıkılsın
Benim yavrum varsın kurban edilsin
Haşim Baba dâra girdi, eyvallah
Acıya katlanmak, dayanmak, sabretmek bu milletin mayasında var. Tevekkülü elden hiç bırakmadı bu millet. Kurtuluşa, zafere Allah’a inandığı kadar inanmıştı. Merhametliydi bu millet, düşmanına bile merhametli. Toprağını elinden almak isteyen zamane haydutlarına bile su vermiş, onlarla ekmeğini bölüşmüştür, yaralarını sarmış, onlara insanlığı öğretmiştir. Ancak, bir şeyi iyi öğrenmeliydi medenî haydutlar: Toprağı alınamaz, vatanı çiğnenemezdi bu milletin. Yeri geldiğinde kadını da erkeği kadar cesur ve yiğittir. Vatan söz konusu olunca gerisi teferruattır anlayışı tepeden tırnağa her Türk ferdinin temel ilkesi kabul edilmişti bir kere. Kınalı Hasan’ın anası, ne için oğlunu kurban adamıştı? Saçına niye kına yakmıştı? Kim, evladını kurban ederdi ki? “Beni de seni de Allah yarattı, vatan büyüttü” demek boşuna değildi. Vatan kutsaldı ve her Hasan vatan için kurban adayıydı.
Çanakkale bir destandı ve bu destanın kahramanları, bu destanın satırlarını tarihe kanlarıyla yazdılar. Bizim görevimiz bu destanı okumak, anlamak ve anlatmaktır. Çanakkale ruhuna uygun olarak şehitlerimizi anmaktır. Canla yapılan fedakârlığın adını siz ne koyarsınız bilemem ama, bu fedakârlıklarına karşı şehitlerimize teşekkür borcumuzu Çanakkale ruhunu anlayarak ödeyebiliriz. En başta bıraktıkları kutsal emanetlere sahip çıkmalıyız.
Çanakkale ruhu demişken şunu da belirtmeden geçemeyeceğim: Çanakkale ruhu, kendi tarihinin altın sayfalarını karıştırmadan, Truva Atı’na duyulan hayranlıkla kazanılamaz. Çanakkale ruhu, 97 yıl önce yaşananları, anlatılanları, kahramanlıkları “Çanakkale’nin aslına uygun olmayan hikâyelerdir, kuru hamasetle savaş kazanılamaz!” demekle de kazanılamaz. Çanakkale ruhunun temeli “inanç”tır. Önce bunu anlamalıyız. Çanakkale ruhunu kazanmak, en az onlar kadar inanmakla ve yılmamakla mümkündür.