Emre KOÇ

Emre KOÇ

İNANIYORUM ÖYLEYSE VARIM

A+A-

İnsan zihninde maddi ya da madde ötesi herhangi bir şey tanımlanırken anlam gerçeklik, nedensellik ve şartlanmışlık süreçlerinden geçer ve mantıksal bir bütünlük içinde olgunlaşmayı ve kavramlaşmayı bekler. Kesin bir inancı tanımlayan ilkeler ile ussal bir düşünüşü tanımlayan ilkeler mahiyet gereği farklılaşır. Varlık, hayata gözlerini açtığı andan beri insanın anlama ve yorumlama sürecini meşgul eden sorularda karşımıza çıkan tümel bir kavramdır. ‘’Varlık nedir?’’ şeklindeki bir soruya antik çağlardan günümüze verilmiş bolca cevaplar vardır. Monoteizmin yaratılış kıssasından Antik Yunan’ın yarı insan tanrılarına, Orta Asya ve Hint Kıta’sının mitoloji ve gerçeklik arasında gide gelen çok tanrıcılığına, teodiseye, iradeye ve öte dünyaya uzanan çok kapsamlı bir düşünüşün öbeğinde varlık ya da varlık-yokluk ikilemi vardır. Her dönemin ve mekânın kendi tekevvün şartları itibariyle hayatın anlamına dair değerlendirmesi farklılıklar taşısa da varlıkta, yoklukta ya da varlık-yokluk ikileminde gündem birleşir. Biz bu birleşimin kavramsal, nesnel ve tasviri düzeyini konuşuyor olacağız.

Varlık bir niteliktir. Ölçülemeyen, tartılamayan, sayılamayan ve çoğaltılamayan bütünlüktür. Varlık, var olan her şeyin ortaklaşa taşıdığı bir niteliktir. Maddi ya da madde ötesi şeyler hakkındaki bilgi de ‘var olan bir şeyin bilgisidir’. Tanımı biraz daha somutlaştıracak olursak varlık, ‘’düşünmeye gerek bırakmadan zihnimizde doğrudan beliren şey varlığın kavramsal seviyesidir’’ (Şaban Ali Düzgün). Varlık hakkında beliren bilgileri tespit eden, düzenleyen ve tarzlayan bilgi alanına ise ontoloji (varlıkbilim) denilmektedir. Ontoloji ise metafiziksel ve fiziksel olmak üzere ikiye ayrılır. Metafiziksel olan görünmeyen varlıkları, fiziksel olan ise görünen, yani beş duyuya hitap eden varlıkları inceler.

İnsan denen varlık Allah, evren ve kendi varlığı üzerine inanç ve düşünce inşa eder. İlahî dinin gâyesi, ‘’Ne?’’ sorusuna varlığın kavramsal yapısında olduğu gibi ‘’tam’’ bir cevap verme, süregiden varoluşsal akışa konsantre katma, etkilediği oluştan reaksiyon almaktır. Dinlerin sınıflandırılmasında literatür birtakım diskürsif tasnifler yapsa da, varlık üzerine düşünürken bilgi felsefesine dayanarak daha tümel bir tasnif olarak nitelendirebileceğim ‘’ilahî ve insanî’’ şeklindeki ayrımı önemsiyorum. Zira bu yazımızda daha çok Hanif-İbrahimî din geleneğinin inanç ve fikirleri ekseninde varlığa dair bir anlam arayışı sürdüreceğiz. Din-bilim tartışmasında karşımıza çıkan tek ve çifte hakikatçilik sorununu incelemeye ve varlık üzerine teistik-İslâmî bir temellendirmeyle çağın insanına teolojik bir bakış açısı sunmaya çalışacağız.

Varlığın hükümlerine geçmeden önce belirtmeliyim ki varlık-yokluk, aydınlık-karanlık, iyilik-kötülük şeklindeki ikili kategorileri incelerken hükmün kaynağı ve konusuna dair daha berrak bir bakış açısı kazandırmak adına bilmemiz gereken ilk şey, ön yargı denilen zayıflığa din de akıl da pek sıcak bakmaz. Hele hele cevabı kaf dağında olan sorulara yanıt ararken beden elbisesini sıyırır gibi ön yargılardan kurtulmak gerekir. Eğer ilahi dokunuşun sıcaklığını ve maddenin büyülü gizini (saf bilgisini) hissetmek istiyorsak keşfin algı, tanı, ânı, vargı ve kanı (yargı) basamaklarını ön yargıdan âzâde şekilde çıkmamız gerekmektedir. İkincisi ise zihnimizdeki berraklığı korumak, amiyane deyimiyle kafa karışıklığını gidermek ve hakikate sükûnetle yolculuk edebilmek içindir ki o: varlık üzerine düşünürken tasviri bir dünya metaforunu sürekli izlekte tutmamız gerektiğidir. İnsan için birbiriyle ilişkili üç dünyayı piramit şeklinde çevrelenen devinim olarak düşünmeliyiz. Dış dünya, düşünme dünyası ve dil dünyası. Dış dünya, düşünceden bağımsız olarak var olanların bulunduğu nesnel ve gerçek dünyadır. Düşünce dünyası ise aklın dünyasıdır. Yani dış dünyadan yansıyan tasarımlar, kavramlar ve kategorilerdir. Dil dünyası da dış ve düşünce dünyasında var olanların isimlerinden ve göstergelerinden oluşur. Dış dünya, düşünce ve dil ayrı ayrı ve sürekli birbirlerini besler (Alişan Özdemir). Varlık üzerine düşünürken de dış dünyaya, düşünceye ve dile dayalı devinimsel bir çözümleme mantıksal bir bütünlük için şarttır.

İslam kelâmı ve felsefesinde ele alınan varlık hükümleri vaizlerin ‘tevhid dini’, teologların ‘teistik inancın varlık sınıflandırması’ ve filozofların ‘varlık kategorileri’’ dediği şeydir. Kadim gelenekte de günümüzde de karşımıza çıkan varlıkbilimsel sorulara cevap aranırken varlık hükümleri cevabın konusu olur. İnsanın iradesi, özgürlüğü, kötülük problemi, mebde (başlangıç) ve mead (son)a dair müşkül sorulara cevap aranırken varlık hükümlerinden başlamak gerekir. Birincisi, ‘’vâcibu’l-vücûd’’, yani zorunluk varlıktır ki Allah’ın yokluğunun düşünülemeyişi, varlığından önce yokluğunun bulunmayışı anlamına gelir. Yani Allah, sadece var olan değil aynı zamanda varlığı kendinden olan ve diğer tüm varlıklardan farklı olandır. Allah’ın ezelî ve ebedî oluşu, O’nun Vâcib Teâlâ oluşudur. Bununla birlikte ehl-i sünnet kelamcıları Allah’ın, kendisinden önce herhangi bir varlığının bulunmaması anlamına gelen ‘’kâdim’’ sıfatını, vâcib varlığın diğer sıfatlarıyla birlikte düşünerek kategoride anlam bütünlüğünü temin etmişlerdir.  İkincisi, ‘’mümkün’’, yani olurlu varlıktır ki Allah’ın dışındaki her şeye, bütün yaratılanlara tekabül eder. Var olması da olmaması da birbirine denk olan, varlığı kendi dışında bir sebebe muhtaç olan, ezelî ve ebedî olmayan, hâdis (sonradan meydana gelen)  anlamına gelir. Üçüncüsü ise, ‘’mümtenî’’, yani imkânsız olan şeydir ki varlık alanına çıkması düşünülemeyen şey anlamına gelir. Karenin yuvarlak; arazın cevher, yani bir özün rengi, kokusu ve tadıyla özdeş olduğunu ve yani elmadaki yeşilin elmanın kendisi olduğunu (oysaki böyle bir şey imkân dâhilinde değildir, bir cevher olarak elmayı tamamlayan tadı ve kokusu gibi başka arazları da vardır); insanın ezelî ve ebedî, tanrının hâdis olması gibi, bunlar mümtenîdir.

Genelde teizmin özelde ise İslam’ın, varlık konusunda ortaya çıkan sorulara verdiği cevapları doğru bir şekilde düşünebilmek için iki temel kriteri esas almamız gerekiyor. Birincisi, ilah tasavvurumuz, beş duyu yoluyla algıladığımız gerçekliğin toplamından başka bir şeye veya varlığa tekabül etmelidir. İkincisi ise, vahiy geleneği içinde Allah’a inanan bir mümin, Allah hakkında bilginin (bilâkeyf) imkânını, (yani ilahi sıfatları) kabul edecektir. Varlık ve yokluk arasında bir düşünüşte Allah’ın varlığını olasılığa düşürmeden O’nun hem yaratıcı olduğuna hem de melekleri ve peygamberleri aracılığıyla insanlığa vahiy gönderdiğine ikna olmuş olarak başlayacaktır. Üçüncüsü ise insanın varlığı geçicilik ve nedensellikle çepeçevre kuşatılmış olup bir bakıma çevresinde cereyan eden gerçekliği sebep-sonuç deviniminde çözümlemek zorundadır. Oysaki Allah, varlığın konusu olarak böyle bir akta maruz bırakılamaz (Düzgün). Allah, insanın ihtiyaç duyduğu zaman, mekân ve akıl yürütme gibi yorumbilimsel çevrenlerden bağımsızdır, yücedir, aşkındır. Zira varlığın konusu olarak Allah nesnelleştirilemez; O’nun, bütün diğer varlıkların var olabilmeleri için kendisine bağlı olmasındaki öznel-etkin (vâcib) konumu değiştirilemez. Allah’ın varlığı deyince, düşünmeye gerek bırakmadan zihnimizde doğrudan beliren şey tam olarak budur.

Teizm dışında Allah, evren ve insan üzerine anlayış geliştiren, düşünce sistemi kuran ve öneride bulunan inanç tarzları da vardır. Ateizm, deizm, panteizm ve panenteizm başta olmak üzere natüralizm, materyalizm ve pozitivizm diye devam eden yönelimler özellikle din-bilim, inanç-akıl konularında teizmle belirgin şekilde farklılaşır. Teizm, Şehristani’nin ‘’semavi ve batıl dinler’’ diye incelediği tasnifte semavi dinler kategorisini çevreleyen ortak bir inanış tarzıdır. Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslam’da her şeye takdirini ve kıymetini veren yaratıcı ve aşkın varlık ‘tektir’; Hıristiyanlıktaki teslis anlayışı İslam’ın tevhid anlayışına zıt olmakla beraber yaratıcının ezelî ve ebedî oluşunu âleme ve maddenin kendisine yükleyen akımlardan farklı olduğu için teizm kapsamında kabul edilmektedir.

Doksanlı yıllardan günümüze Türkiye’de yukarıda adı geçen natüralizm, materyalizm ve pozitivizm gibi akımlara teist düşünürler tarafından yanıtlar verilmişti. O yüzden burada aynı yanıtları tekrar etmekten ziyade günümüzün ihtiyaç ve sorunlarına odaklanmayı tercih ediyorum. Günümüzde ateizm ve deizmin yükselişi şeklinde bazı iddialar dillendirilmektedir. Popülasyonu yükselişin göstergesi olarak kabul etmek insan ve toplum okumalarında yanıltıcı olabilir. Bunun yerine ‘’Neden?’’ sorusuna aranacak cevaplar bize nispeten isabet temin edebilir. Ben bu noktada herkesi sosyal bilimlerin tüm birikimine müracaat etmeye davet ediyorum. Bana göre ateizm ya da deizm, teizm karşısında yükseliş sergileyen bir grafiye sahip değil. Özellikle yeni neslin, teizmin İslam yorumunu benimsemekte zorlanmasının asıl nedeni toplumsal dengelerin doğru kurulamıyor oluşudur. Yani sorun inancın kendisinde değil; kısmen inancın temsilinde ama daha çok insanın kendisinde, bireysel ve toplumsal olanın tedavülündedir. Sosyolojik çözümlemeler bu durumu daha iyi anlamamıza olanak sağlar. Kırdan kente göçün artmasıyla birlikte insanların dünya yorumu, hayata bakışı ve sosyal farkındalığı değişti. Bu değişim sürecini daha akışkan atlatan insanımız olduğu gibi daha katı geçirenler de oldu. İşte bu katı geçişle yaşanan, uyumu zorlaştıran ‘’sarsıntı’’ kamusal alanda değerlerimizle kurduğumuz içsel ilişkiyi de etkiledi. Bu sebepledir ki yeni nesli işaret ederek ‘’ateizm ve deizm yükseliyor!’’ şeklindeki seslenişleri ‘’dinden çıkma’’ şeklinde yorumlamadan önce toplumsal güvenlik kurumlarında ailede, okulda ve ibadethanede diğeriyle kurduğumuz iletişim ve ilişkileri toparlamaya yönelik bir uyarı şeklinde düşünmeliyiz. Aile ortamında Müslüman anne ve babasından sevgi, şefkat, ilgi ve alaka göremeyen çocuklar için ‘’Allah’ın rahmeti sonsuz ve merhameti sürekli olan, hem seven hem de sevdiren bir yaratıcı oluşu’’ bir anlam ifade etmeyebilir. Okulda gençler, evrimin zihinlerinde uyandırdığı sorulara öğretmenlerinden nesnel olduğu kadar tinsel olarak da tatmin edici cevaplar bulamazlarsa hayat devam ederken küresel sekülerizmin rüzgarı karşısında savrulabilirler.

Meselenin diğer bir yanı ise ateizmin ve deizmin temellendirme ve fraksiyon sorunlarıdır. Bizde kimse bunları doğuştan almıyor. En azından şimdilik elif-bâ’dan önce bu tarz akımları öğrenen kimse yok. Oysa inançlı bir Müslüman için, teizmin inanç ve bilgi değerleriyle kemikleşmiş-yaşanmış bir süreç var. Zaman zaman bize yöneltilen sorular da bu tarz bir kıyaslamaya yakın, hatta aralarında karşılaştığım en ilginç soruyu sizlerle paylaşayım: ’’Hocam Hanefi mezhebinden Şafii mezhebine geçebilir miyim?’’… Arkadaşlar, inanç tarzlarında birinden birine geçiş ‘’teistim, ateistim ya da deistim’’ demek kadar kolay ve oldumlu bir geçiş değildir. İnsan psikolojisi; bırakın sistemli bir akımı, basit bir görüşün zıddına ikna olmayı bile süreçle savlar. İddia ispat ister. Bu kural hukuktan önce insan belleğinde benimsenmiş bir kanıdır. İnsanın bir şeyi kendine ispat edebilmesi karmaşık bir algoritma kurmaya benzer. Büyük doğrular da yanlışlar da orantılı olarak geri planında yaşanmış tecrübe ve anılar üzerine kuruludur. Hatta yaşanan kültür travmasının ardında yatan nedenin bir yanı da budur: insanda tane tane, adım adım, yavaş yavaş gelişen doğal süreçle dünyayı hızlı bir şekilde döndüren modern tüketim formülasyonu arasında sıkışıp kalmak… Eskilerin âhir zaman dedikleri…

Gelecek için ümitli olmakta fayda var; tabi temkini, çalışmayı ve dikkati bırakmadan. Bilgi ve bilişim, nano-teknoloji, biyoetik, biyoteknoloji ve biyopolitika insanlık için yeni bir dünya hazırlıyor. Din, ahlak, etik ve moral değerlerimizi aidiyet, bilinç ve farkındalıkla okuyabilmek için henüz geç değil. Yaşadığımız çağın adına bunalım çağı diyorlar. Stresli bir yaşam inançlı bireyin psikolojisi üzerinden stresli bir dindarlığa dönüşebiliyor. Bu dönüşümün demoral değerlerini tespit ederek arınabilme imkânını edinmek ve az önce saydığım moral değerleri merkeze alarak riski en aza indirmek mümkün.

İslam rızâ, sevgi ve umut ile Allah’ın inayetine sımsıkı ve içten şekilde sarılmayı önermektedir. Yaratıcımızla ilişkimizi Kur’an’da zikri geçen ilahi sıfatlar ile temellendirmek, O (c.c.)’nun bize karşı rahmetini, sevgisini, inayetini, lütfunu, korumasını, gözetmesini, ilk ve tekliğini, benzersiz/muazzam ilgisini iliklerimize kadar hissetmek için bizim de O’nunla yakınlık kurmamız gerekmektedir. Kabuğunu kırıp hayata ışıldayan civciv gibi, modern dünyanın katı ve kara bulutlarını fıtrî-imanî bir sıçrayışla aralayıp yüzümüzü aydınlığın ve kurtuluşun kaynağına, rabbimize dönmeliyiz. İnsan için Allah, zâtını salt bilgiye dayanarak somutlaştıramadığı aşkın ve yüksek bir öznedir. Kuluna şah damarından bile daha yakın olan (50/16), kulu O’nu anarken onunla beraber olan, kendisine bir karış yaklaşana bir arşınla mukabele eden (Buhari, Tevhid, 15; Müslim, Zikir, 2)  mevlâdır, dosttur, sonsuz ve sorunsuz bir idrak, temayüz ve derinliktir.

Dünyada insan için iki yol var:

Ya yaratıcının bize sormadan bizi bu uçsuz bucaksız galaksinin kaosuna savurduğuna, ardı arkası kesilmeyen kötülüklerin kaderine terk ettiğine, hazza dayalı yaşantımıza sürekli dokunarak rahatsız ettiğine kendimizi ikna edip bütün tembellik, sorumsuzluk, günahkârlık ve vurdumduymazlıklarımızın kötücül nedenselliğini O’na bağlayacak ve acılarımızdan O’nu sorumlu tutacağız;

ya da biricik rabbimizin elest bezminde lütfedip, itibar edip, bize söz hakkı tanıyarak ‘’Ben sizin rabbiniz değil miyim?’’ diye sorduğunda ve bizim de bu soruya ‘’Elbette öyle, Sen bizim rabbimizsin’’ (Araf 7/172)diyerek rızâ ile karşı verdiğimize; bizi en güzel surette/amaçlı/değerli/önermeli şekilde yarattığına, bizimle beraber eşi benzeri görülmemiş bir intizamla lütuftan kaçınmadan muazzam bir evreni de var ettiğine; yolumuzu kaybettiğimiz zaman yanlışlarımızı, sanrılarımızı, travmalarımızı ve sapmalarımızı telafi edebilmek için peygamberler gönderip en kötü günde bile yanımızda olduğuna; yetmedi; inanan kalplerin derdini, tasasını, hüznünü, çıkmazını teskin edip bir değil binlerce kapıyı şefkatle araladığına; şu küçücük dünyada ekmek aslanın ağzındayken O’nun borç, çek, senet, taahhüt sormadan her şeyi istifademize sunduğuna; bize gören göz, işiten kulak, hisseden kalp ve fikreden akıl vererek en netameli engelleri pratik ve ustaca aşabilecek yetenekler ile donattığına; belki de en önemlisi: fiziksel ölümle birlikte bütün maddi örtü sıyrıldığı zaman beni nasıl bir sonun beklediğini, daha doğrusu beni bir başlangıcın beklediğini ve bu başlangıcın ebedî/eşsiz olacağını, dünyada sabra mukabil acıların günün birinde son bulacağını, tüm benliğimle sarıldığım gerçeğe derin bir huzurla kavuşabileceğimi(zi) –üzerine basa basa ısrarla- bana haber verdiğine (mebde ve mead) samimiyet, içtenlik ve kararlı bir şekilde ikna olacak, tüm güvenimi O’na adayacak ve tereddütsüz bir şekilde iman edeceğim(z).

İnanıyorsanız, var mısınız?

Ebed ve müddet; ‘’dönüş(ümüz) ancak O (c.c.)’nadır’’ (Teğabün 64/3).

Önceki ve Sonraki Yazılar