BİR GEÇİMSİZ YAZAR: ATAÇ
Geçimsiz yazarlar vardır, beğenisi zordur, beğenmedikleri elinden çok çeker onların. Nurullah Ataç da böyle bir yazar-eleştirmenimiz. Onu dil çalışmalarından ya da “özleştirme” çalışmalarından biliriz. Adını iyi ananlar da vardır, kötü ananlar da. Onun özleştirme çalışmalarını Türkçe için bir kazanç olarak görenler de vardır, onu bu çalışmalarını uydurukça olarak değerlendirip Türkçeyi kısırlaştırdığı yönünde eleştirenler de. Tabi bu ayrı bir çalışanın konusu. Ama bugün konuşma ve yazı dilinde kullandığımız birçok “tilcik” (o kelime yerine tilcik derdi) onun malıdır, ya da onu eleştirenlerin deyimiyle onun “uydurması”dır. “Araç, akım, ezgi, yansız, olanak, yanıt, karmaşa, öğreti, giysi, evren, özne, öznel, yanılgı, yenilgi, eylem, görev, etkinlik, us” hemen aklıma gelen kelimelerden bazıları. O, Türkçe olduğunu düşündüğü eski dilden veya yaşayan dildeki köklerden ve diğer Türk lehçe ve şivelerinden yararlanarak bu türetmeyi yapmaktadır. Bu konuda epey yol aldığı da bir gerçektir.
Onun dilciliği bir yana ben bu yazımda onun insani ya da sosyal yönüne biraz değinmek istiyorum. Korona günlerinde epey kitap okudum. Okuduğum kitaplardan biri de Ataç’ın “Günce”si. Bir sanatçıyı, bilim adamını yahut milletlerin hayatında önemli bir yere sahip kişileri yakından tanımanın en etkili yolu onların kendilerini anlattıkları anıları ya da günlüklerini okumaktır. Nurullah Ataç’ın Günce’si “insan” olarak Ataç’ı anlamanın, yakından tanımanın en kestirme yoludur. Ataç günlüklerini 1953’te Son Havadis gazetesinde de yayımlamıştır. Özel hayatına dair ayrıntılar pek yer almasa da bu kitapta, dönemin sosyal, kültürel hayatına dair önemli tespit ve eleştirilerini bu günlüklerde bulmak mümkündür.
Benim bu günlükte dikkatimi çeken ilk husus Ataç’ın asabi, geçimsiz bir kişiliğe sahip oluşudur. Yine Ataç, kendisinin de ifadesiyle zor beğenen bir yazardır. Bir örnek verelim: (Alıntılarda Ataç’ın imlası korunmuştur.) “28 Ocak- Ankara sinemalarından birinde “Rüzgâr Gibi Geçti” filmi oynanıyor, gidenler çok. Ben gideceğimi sanmıyorum. Uzun sürüyormuş. Hem o kadar ünlü eserleri pek sevmem. Çabucak ün salmış, çoğunlukça beğenilmiş eserlerin gerçekten güzel olabileceğine inanamam.”
Başka bir örnek: “Halk şiirinde, halk sanatında “samimilik” olduğunu söyliyenler “samimilik”in ne olduğunu bilmiyorlar. “Samimilik” bir kimsenin kendi benliğini, gerçek düşüncelerini, gerçek duygularını anlaması demektir. Bu da çok zor bir iştir. Öyle herkesin elinden gelmez, ancak büyük, pek büyük sanat adamlarına vergidir.”
Ataç, 17 Mart Salı günlüğünde başkalarını beğenmediğini yahut zor beğendiğini kendi de itiraf eder: “Başkalarını beğenmediğim için, yahut pek az kişiyi beğendiğim için benim kendimi çok beğendiğimi sanıyorlar. Hayır kendimi de beğenmiyorum, benim de beğenmediğim kimseler gibi olduğumu biliyorum.”
Daha çok örnekler gösterilebilir. Ama aşağıya aldığım Ataç’ın günlüğünde bambaşka bir Ataç görürüz. Çocukluğunu yaşayamamış, o günlere özlem duyan bir insanın hisleri vardır bu satırlarda. Her şeyi “çok bilmiş” edasıyla konuşan yahut insanlarda öyle bir intiba bırakan kişilerin de ihmal edilmiş yanları, özlemleri olabiliyor. “Çocukluğum olmadı benim” itirafı, Ataç’ın sinirli, çok az beğenen tarafının sebebini de izah ediyor aslında.
17 NİSAN, CUMA
Baktım, çocuklar uçurtma uçuruyor. Her yıl, ilkyaz aylarında. Uçurtmayı gördüm mü, bir üzünç duyarım içimde, ağlamaklı olurum. Ben uçurtma uçurtmadım ki! Çocukluğumda pek isterdim, o renk renk kağıtlardan yapılmış uçurtmaların havalanmasına içimi çekerek bakardım. Annem bırakmazdı uçurtma uçurtmaya. Günah mıymış, neymiş, öyle bir şey uydurmuştu. Beş-taş da oynatmazdı.
Onbir yaşındaydım annem öldüğünde, üzüldüm, ağladım ya, artık uçurtma uçurabileceğimi, beş-taş oynayabileceğimi de düşündüm doğrusu. Bir gün bir arkadaşla kocaman bir uçurtma yaptık, bugün de gözümün önüne geliyor, güzel şeydi! Havalandı, havalandı göklerde. Babam duymuş: “Uçurtma uçurmanın bir zararı, bir günahı yoktur ya, annen istemezdi, onun için uçurtmayacaksın” dedi. Sesimi çıkaramadım, büktüm boynumu. Bir gün geldi, karışan kalmadı artık, ama ben de uçurtma uçurtmak yaşını geçmiştim. Şimdi utanmasam karışacağım çocukların arasına.
Uçurtma yapmasını bilsem, utanmaz, karışırdım. Bilmem ki! Demin “bir gün bir arkadaşla bir uçurtma yaptık” dedim, yalan, o yaptı, ben baktım. Ben elimi değdirsem bütün incecik çıtalar kırılır, kağıtlar yırtılıverirdi.
Çocukluğum olmadı benim. Çocukluğu olmayanın gençliği de olmaz. Bir şey söyliyeyim mi ben size. İhtiyarlığı da olmuyor öylesinin. Hani güzel bir ihtiyarlık vardır, insan çocukluğunda yaptıklarını, gençliğinde yaptıklarını anlatır da, gözlerinin içi parlar. Ben kendimde değil, başkalarında gördüm onu, çocukluğu gençliği olmamış kişinin yaşlılığında da bir tatsızlık var, yalnız ölümü düşünüyor, ölümden korkuyor, işte o kadar.
YAZIYA YORUM KAT
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.